30 Mart 2015 Pazartesi

KATIR KATLİAMINA KARŞI VEGAN FEMİNİST BİR POLİTİKAYA ÇAĞRI

28 Aralık 2011 gecesi Roboski’de 34 kişi ve 59 katır Türk Hava Kuvvetleri tarafından bombalanarak katledilmiş ve devlet, sanki meşru bir gerekçeymişçesine bu kişilerin bir PKK birliği olduğunu ileri sürmüştü. Sonrasında ise bu 34 kişinin Türkiye-Irak arasında kaçakçılık yaptıkları ortaya çıkmıştı. Buna rağmen, kaçakçılığın bölgenin sosyo-ekonomik bir gerçeği olmasını göz ardı eden ve bunu devlet tarafından öldürülmenin meşru bir gerekçesi olarak kabul eden faşizan söylemler dillendirilebilmişti.

Olaydan 4 yıl sonra, bu yıl 24 Mart günü ise Şırnak İl Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü'nün 59 katır için mahkemeden çıkardığı itlaf kararına dayanarak sekiz katır askerler tarafından katledildi. Gerekçe ise katırların kaçakçılıkta kullanılmaları yani devletlerin yapay olarak kurdukları sınırları geçerek, onların kurallarına uymamalarıydı.

Olayın ardından katırların katli üzerine farklı yaklaşımlardan çeşitli tepkiler oluştu. Biz bu yazıyı hem çok fazla dolaşıma girerek egemen olan iki tür yaklaşımı eleştirmek hem de kendi konumumuzu belirginleştirmek için kaleme alıyoruz.[1] Eleştirdiğimiz yaklaşımlardan ilki tartışmayı hayvansever, çevreci ve hayvan hakları konusunda duyarlı kesimlerin olay hakkındaki sessizliklerini eleştirmek üzerine kuran tepkiler oldu. Bu duruştakiler[2], Türkiye’nin batısında özellikle kedi, köpek, at gibi hayvanlar söz konusu olduğunda ciddi bir duyarlılık gösteren hayvan severleri, konu Kürt bölgelerinde yaşanan bir hayvan katliamı olduğunda meseleyi fazlaca “siyasi” görüp sessiz kalmayı tercih ettikleri biçiminde eleştirdiler. Katliama tepki gösteren diğer kesim ise, tepkisinin odağına iktidar ilişkilerinin çeşitliliğinden ve ilişkiselliğinden bağımsız bir insan-merkezcilik eleştirisini koydu. Daha açık bir ifadeyle bu duruş[3], katırların katledilmesinden onları yük hayvanı olarak kullanan ve sömüren köylüleri sorumlu tuttu ve esas eleştirisini bu noktaya yöneltti. Bu duruş, katliamı eleştiren herkesi öncelikle ve yalnızca kendi kişisel hayatlarında süren hayvan sömürüsü biçimleriyle yüzleşmeye çağırdı.

Biz,  bu iki duruşun da vegan feminist bir politika açısından bazı sorunlar taşıdığını düşünüyoruz. Bu iki duruş, her ne kadar birbirine zıt gibi görünse de, iktidar ilişkilerinin bir ağ biçiminde nasıl da birbirleriyle ilişkili bir şekilde işlediğini görmeyerek ortak bir noktada buluşuyorlar.

“Batılı hayvanseverler”in sessizliğini eleştiren ilk görüş, sadece, tam da bizim eleştirdiğimiz biçimde insan merkezciliğin sevgi nesnesi olarak dayattığı kedi, köpek gibi hayvanlar üzerinden duyarlılık geliştiren kesimleri muhatap alarak, hayvan sömürüsüne karşı bütün duruşları bu noktaya indirgiyor. Oysaki bizler, insanların hayvanlarla ve yeryüzüyle ilişkilerindeki bütün sömürü biçimleriyle mücadele eden ve bütün hayvanları kapsayan bir politik hattı savunuyoruz. Öte yandan bu argüman, “Büyük Politika- tali politika” ayrımına dayanarak, kedi köpek gibi sokakta yaşayan hayvanları dert etmeyi de politik bir tavır olarak görmüyor. Yani örneğin Şırnak’ta öldürülen katırlar ile İstanbul’da sokakta zehirlenen ya da barınak adlı ölüm kamplarına toplanan kedi ve köpekler arasında politik olarak hiyerarşi kuruyor. Dolayısıyla bu duruş, hayvanların çeşitli biçimlerde sömürülmelerinin insan merkezcilikle ilişkisini göz ardı ediyor. Bu insan-merkezci konum, konu hakkındaki tartışmaların sunumunda bile “katledildi” ya da “öldürüldü” ifadelerinin yerine “itlaf edildi” ifadesinin kullanılmasında kendisini göstermekte.

Bu görüşün aksine, ikinci görüş ise bu olayı, bütün diğer iktidar ilişkilerinden bağımsız bir insan-merkezcilik eleştirisiyle ele alarak, devletin katliamdaki payını göz ardı ediyor. Dolayısıyla bu yaklaşımdaki problem, hayvan sömürüsünün devlet şiddetiyle, milliyetçilikle ve sömürgecilikle bağını kuramamasıdır. Oysaki olayın yaşanılışı bile bize bu ilişkiyi gösteriyor. Tanıkların anlatısına göre[4] askerler katırları, köylülerin hemen yanı başındayken, üzerlerine ve korkutmak için ayaklarının dibine rastgele ateş açarak, yani olayı erkek egemen bir av sahnesine dönüştürerek öldürdüler.  Bu av sahnesinde devlet şiddetinin muhatabı olan Kürtlerle katırlar arasındaki sömürü ilişkisinin ötesinde, devlet yaşamın ve ölümün eşiğine karar veren bir üst egemen olarak ortaya çıkıyor. Yani burada av katır olduğu kadar simgesel olarak insan haline de geliyor, bir başka deyişle insan-merkezciliğin hangi insanı merkeze aldığını tartışmak gerekiyor. Bu olay özelinde Kürtler ve aslında diğer ezilenler de devletin ve egemenlerin nezdinde, hayvanlaştırılarak[5]  sömürülecek, korkutulacak ve öldürülebilecek çıplak hayatlar haline dönüşüyorlar. Tam da bu yüzden bir fail olarak devleti gözden kaçırmak ve bu olayda devleti sorumlu tutanları yalnızca “önce tabağına bak” diyerek eleştirmek, faşizmle insan-merkezcilik arasındaki ilişkilerin ve insanlar üzerinde uygulanan şiddetinin hayvanları öldürürken de aynı yollarla işlediğinin üzerini örtmeye neden oluyor. Dahası, bizim de sahiplendiğimiz “yemek politiktir” şiarı, tam da bu biçimde kullanıldığında, hayatlarımızı ve edimlerimizi steril biçimde bireyselleştirerek politik bağlamından kopuyor.

Biz, hem insan-merkezciliğe hem de onunla temelden ilişkili olarak gördüğümüz erkek devletin şiddetine karşı çıkmanın vegan feminist bir politika için kaçınılmaz olduğunu düşünüyoruz. Ve diyoruz ki:

Köylüleri yoksullaştırarak, onların temel bir geçim kaynağı aracı olarak katırları kullanmalarını normalleştiren ve teşvik eden hayvan refahı yasa/yönetmeliklerini oluşturan kimdir? Hayvanlara yönelik çıkartılan bütün yasalar ve icraatlar, hayvanları insanlara tabi bir varlık olarak varsayıyor ve böylece insan-hayvan hiyerarşisini pekiştiriyor. Peki katledilen hayvanlar, devletin gözünde insan olarak görülmemesine ve insanlardan aşağı bir varlık olarak görülmesine rağmen, nasıl onlara insanmışçasına irade atfederek cezalandırılabildiler?

Yok, eğer öldürülen katırlar, devletin nezdinde “yasaya tabi bir yurttaş” olarak görülüyorlarsa, idam cezasının yasak olmasına rağmen nasıl öldürülebildiler? Görüyoruz ki devlet katırları hem insan-dışı varlıklar biçiminde işaretleyerek hesap vermeksizin öldürebiliyor hem de onlara irade atfederek suç isnat edip haklarında infaz kararı verebiliyor.

Bu şiddet ancak doğayı, hayvanları ve insanları katleden savaş koşullarında mümkün olmaktadır. Bizler biliyoruz ki 34 yurttaşın ve 59 katırın bombalanmasını ve ardından sekiz katırın böyle bir av sahnesinde öldürmesini mümkün kılan zemin, otuz beş yıldır ülkemizde yaşanan savaştır. Bizler vegan feministler olarak kadınların, hayvanların ve diğer madun grupların ezilmesinde, sömürülmesinde ve öldürülmesinde insan-merkezciliğin ve erkek egemenliğinin yanı sıra, bunlardan beslenen milliyetçiliği ve faşizmi sorumlu tutuyoruz. Bizler mücadelemizi, isyanımızı ve dayanışmamızı bütün bunlara karşı örgütlüyoruz.

Vegan feminist dayanışmayla








[1] Eleştireceğimiz iki tür yaklaşımın dışında, elbette başka tepkiler de oluştu. Bizim de imzacısı olduğumuz ortak bildiri için bkz: http://veganfeministler.blogspot.com.tr/2015/03/roboskideki-katr-katliam-hakknda-ortak.html
[2] Bu duruşun en çok dolaşıma giren örneklerinden birisi için bkz. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/umit_kivanc/kurdun_katiri-1321478
[3] Bu duruşun belirgin bir örneğini “Askerler sınır ticareti yapan köylüler yüzünden katırları katletti. Olan yine masumlara oldu” ifadelerini kullanan şu haberde görebiliriz: http://vehaber.org/haber/6257/askerler-katirlari-katletti.html
[4] http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/163318-roboskililer-katirlarin-nasil-vuruldugunu-anlatti?bia_source=facebook&utm_source=dlvr.it&utm_medium=facebook
[5] Burada bir insanın hayvanlaştırılması eleştirilmesini, insan-hayvan ayrımındaki kesin sınırları olumlayarak ve hayvanlaşmanın kendisini olumsuz bir şey olarak okuyarak ileri sürmüyoruz. Aksine tam da egemen paradigmanın bu ayrıma dayanarak sömürü mekanizmalarını işlettiğini vurgulamak istiyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder