4 Ağustos 2014 Pazartesi

I. VEGAN FEMİNİST KAMP SONUÇ BİLDİRGESİ

I.     VEGAN FEMİNİST KAMP SONUÇ BİLDİRGESİ
Muğla/Akyaka
11-13 Temmuz 2014



11-13 Temmuz 2014 tarihleri arasında Muğla/Akyaka’da vegan feminist kampımızın ilkini gerçekleştirdik. Kampa Mersin, İstanbul, Düzce, İzmit, Eskişehir, Bursa, Ankara ve Muğla’dan olmak üzere toplam 24 kişi katıldı.Kampta ilk gün, alternatif tarımı, kentte vegan yaşamayı, endüstriyel tüketim, beslenme, giyinme gibi gündelik pratiklerimizi konuştuğumuz “veganlık ve gündelik yaşam”;  doğurma, üreme, bir performans olarak annelik, evimizdeki hayvanlarla ilişkilerimiz, ikili cinsiyet kategorilerini konuştuğumuz “veganlık ve annelik” atölyelerini gerçekleştirdik. İkinci gün farklı cinsel kimlik ve yönelim deneyimlerimizi, çok aşklılık, tek eşlilik, çok eşlilik, vejeseksüellik hallerimizi ve aile kurumunu konuştuğumuz “cinsellik- cinsiyet atölyesi”; savaş, çocuklar, et yemek, askerlik ve güç ilişkisi, kadınların ve hayvanların savaşta farklı konumlanışları, birbirine düşman edilen kadınlar, savaşın tabağımızdan komşumuza ve bombalara uzanan yeni hali gibi konuları konuştuğumuz “veganlık ve militarizm” atölyelerini gerçekleştirdik. İkinci gün ayrıca “Voltrans” belgeselini izledik ve ardından aramızda yer alan belgeselin yönetmeni ve yapımcıları olan sevgili Özge ve İlksen’in de katılımıyla tartışma gerçekleştirdik. Üçüncü gün veganlarla, feministlerle ve vegan- feminist olmayanlarla ilişkiler, dil- küfürler, ekoloji, anarşizm, sosyalizm, kapitalizm, hayvan özgürlüğü, veganizm tartışmaları ve diğer hareketlerle ilişkiler gibi konuları tartışmak üzere “vegan-feminist politika” atölyesini yapmayı planlamıştık. Ancak ikinci günün gecesinde aramızdaki iki kadın arasında yaşanan ve aşağıda daha ayrıntılı tartışacağımız bir olayı, elimizden geldiğince feminist-politik bir düzleme taşıyarak ve herkesin kendisini ve düşüncelerini ifade edebileceği bir tartışma ortamı oluşturarak homofobi, transfobi, erillik, dişillik, kadınlık, erkeklik kavramları, feminist uslup ve dil tartışmaları üzerinden bir atölye gerçekleştirdik. Kampı, bunun ardından kısa ve genel bir değerlendirme toplantısı yaparak sonlandırdık.
 

Veganlık ve gündelik yaşam;
Bu atölyede tartışmaya yemek yemek üzerinden başladık. Yemek yemenin gündelik hayatta çok temel;  fakat sadece biyolojik bir ihtiyaç değil, aynı zamanda haz, arzu, statü gibi birçok dinamiğin de kesiştiği rutin pratiklerimizden biri olduğunu ve tüketimin önemli bir ayağını oluşturduğunu konuştuk. Beslenme biçimlerimiz tam da bu yüzden önemli bir direniş örüntüsü imkanını taşıyor. Bu noktada, bu direnişi gündelik kentsel yaşamda nasıl gösteriyoruz sorusunu ortaya attık. İlk olarak vegan beslenmenin zenginlerin harcı olduğu taciziyle karşılaştığımızı konuştuk. Gerçekten de kapitalizm ranta dayanan, elitist, cinsiyetçi ve yalnızca üst sınıflara hitap eden bir vegan piyasa yaratmış durumda. Birçok muhalif pratiği dönüştürdüğü gibi, bunu da bir endüstriyel pazara dönüştürüyor. Bu endüstriyel pazarın kendini örgütlerken, bizleri de tekil, elitist, piyasaya ve tüketime muhtaç, bireyci ve kendi yemeğini yapıp paylaşamayan ve vegan olmayı yalnızca yeme pratiği ile tanımlayan bireyler olarak eğitmeye yönelik olduğunu konuştuk. Oysa biz biliyoruz ki kapitalizmin bu eğilimi; insanmerkezli, modern hijyen, sağlık ve insan refahı anlayışlarına dayanan ideolojik bir mistifikasyondur, çarpıtmadır. Ayrıca vegan endüstri bu yolla bizlere GDO’lu, yerel olmayan gıdaları dayatıyor. Endüstriyel kapitalizmin bütün bu sistematik tahakkümüne nasıl karşı çıkabileceğimizi konuştuk. Esnaf lokantalarından ve ilişkili olduğumuz kurumlardan etsiz, yumurtasız, sütsüz, kısaca hayvan sömürüsüne dayanmayan yemekler talep etmek, çerez gibi ara öğünleri beslenmemize katmak, yemeğimizi mümkün olduğunca yanımızda taşımak ve yeryüzü sofraları, bombalara karşı sofralar gibi paylaşabileceğimiz alanlar oluşturmak konuştuğumuz çözümler arasındaydı. Öte yandan veganlığın yalnızca beslenmeyle ilgili olmadığını, diğer gündelik karşılaşmalarımızda da nasıl vegan feminist bir tutum geliştirebileceğimizi konuştuk. Örneğin ekosistemin önemli bir parçası olan böcekleri öldürmeden kendimizi lavanta, fesleğen, sirke gibi kimsayal olmayan yöntemlerle korumak, giyimde takas, dönüştürme gibi alternatif ve elbette vegan yolları seçmek konuştuğumuz tutumlar arasındaydı. Kentte vegan beslenmeyi konuşurken, bir yandan da kenti ve kentli yaşamın kendisini de sorgulamamız gerektiğini konuştuk. Bu noktada (i) uygarlığa yekten karşı olup ekolojik yıkım için mücadele etme ile (ii) işgal evleri, bostanlar, bahçe gerillacığı gibi alternatif üretim ve yaşama biçimleriyle mücadele biçimlerini kentlerde geliştirmek fikirleri ekseninde bir tartışma başlattık. Birinci yöntemin üretimin seri hale gelmiş olması ve doğal tarım alanlarının kapitalleşmesi nedeniyle artık çok da masum olmayan bir “köye dönüş”ü romantize etme tehlikesi barındırdığını; ikinci yaklaşım için ise kentleri de aşan bir ekolojik yıkım tahayyülü taşımasının mutlaka gerekli olduğunu konuştuk. Sonuç olarak kapitalist gündelik ritimleri aksatmaya yönelik girişimlerin verimlerinden yararlanmak üzere direniş biçimlerini çeşitlendirmenin önemini vurguladık. Gündelik yaşamın bizleri sarıp sarmalayan yapısı içinde vegan ve feminist bir kadın olmanın egemen anlayışlara nasıl da korku saldığı ve onlarca marjinalleştirildiğini konuştuk. Tam da bu nedenle vegan-feminist konumlanışın kendisinin çok önemli bir direniş biçimi olduğunu tartıştık.


Veganlık ve annelik;
Öncelikle annelik nerede başlar, nerede biter sorusunu ortaya attık. Anne olmanın yalnızca doğurmak ile ilgili olmadığını, çoğu kez en yakınlarımıza, arkadaşlarımıza, sevgilimize, evlerimizde birlikte yaşadığımız diğer hayvanlara annelik yapabildiğimizi, anneliğin bir performans olarak hayatlarımızda yer aldığını konuştuk. Annelik performansı, anne olsak da olmasak da kurduğumuz ilişkilerde çoğu kez bir iktidar konumlanışı olarak karşımıza çıkıyor. Hatta bu iktidarı kendi içimizde büyüttüğümüz “annemiz” aracılığıyla kendimize de uygulayabiliyoruz. Bu iktidar, anne olarak konumlandığımız bütün ilişkilerde karar verici, kısıtlayıcı, korumacı davranışlarımızda cisimleşiyor. Fakat öte yandan patriyarka koşullarında annelere yüklenen bütün sorumluluklar ve bakım emeği hizmetleri kadınların anneliği derin bir suçluluk duygusu olarak deneyimlemesine yol açıyor. Bütün bu sorumluluk ve emek beklentisi nedeniyle anneler çocuklar adına karar vermek zorunda kalıyorlar ve sürekli yanlış yapma korkusu, “iyi anne” olamama tedirginliği ile baş başa kalıyorlar. Yani anneliğin iktidarı, kadınları da ezen bir iktidar halini alıyor. Üstelik bütün kadınlar heteroseksist, biyolojik, tek eşli aileler içine çekilmek istenilerek, kadınların doğal olarak anne olmayı bir gün mutlaka isteyeceği, doğuracağı miti yükseltiliyor. Bu noktada kimimiz, kendi içgüdümüzü dinleyerek davranmamız gerektiğini belirtti. Buna karşılık kimimiz ise biyolojist ve doğacı açıklamaların çoğu kez patriyarkanın, heteroseksizmin ve kapitalizmin de başvurduğu yöntemler olduğunu hatırlatarak “doğal olan her zaman iyi ve güzel mi” sorusunu yükseltti.Bu tartışmayı sürdürdükçe “başka bir annelik mümkün değil mi”? ve “anne olmaktan vazgeçmek zorunda mıyız?” sorularıyla karşılaştık.  Anneliği reddetmek ve doğurmamayı seçmek fikri, yeryüzünü insan olmayan diğer canlılarla paylaştığımızın sorumluluğuyla kendi türünü geri çekmek tahayyülünü kurabilmemizi mümkün kılıyor. Fakat öte yandan egemen annelik dayatmasına karşı çıkarak üreme üzerinde kendi kontrolümüzü sağlayabileceğimizi ve başka bir annelik ilişkisi kurabileceğimizi de konuştuk. Birçok kişinin bir arada yaşadığı ve çocuğu tek bir kişinin sahiplenmediği ancak çocuğa karşı herkesin belli bir sorumluluk hissettiği queer komünal yaşam deneyimleriyle cinsiyetsiz “annelik”lerin mümkün hale gelebileceğini; doğrudan aile ideolojisini eleştirerek tek başına yaşayan ya da iki-kadın, iki-erkek yaşayan yaşantıların da farklı annelikler üretebileceğini, bizim ve ilişkilerimizin çeşitliliğine bağlı olarak çok çeşitli annelik biçimlerinin de mümkün olabileceğini konuştuk. Ayrıca anneliği konuşurken, ideal annelik ve ideal çocuk yetiştirme tartışması tuzağına düşmememiz gerektiğini, aynı zamanda kendi annemizle ilişkimizi dönüştürmekte de feminist bir sorumluluğumuzun olduğunu dile getirdik. Bu düşünce ile önemli olanın egemen bilimsel, kültürel ve toplumsal örüntülere karşı direnerek, feminist bir annelik anlayışını içselleştirebilme çabası olduğu sonucuna vardık.  

Cinsiyet- cinsellik atölyesi;
Bu atölyeye trans bir kadın arkadaşımızın kendi deneyimlerini paylaşmasıyla başladık. İkili cinsiyet sisteminin ve heteronormativitenin bedenlerimizi ve arzularımızı nasıl baskıladığını, kategorilendirdiğini ve norma uydurmaya çalıştığını konuştuk. İkili cinsiyet sistemi, trans kadınlara “attan indin eşeğe bindin”; trans erkeğe ise “öyle erkek olunmaz, kolay mı erkek olmak” tavrıyla yaklaşarak trans bireylerin kendine dair tanımlamalarını yok sayıyor. Bunun yanı sıra “farklı” olmanın üzerimizde ciddi bir toplumsal baskı yarattığını ve bunun da çoğu kez kendi bedenimizi tanıma sürecimiz ve davranışlarımız üzerinde otokontrol mekanizmaları üretmemize neden olduğunu konuştuk. Fakat deneyimlerimiz sonucu gördük ki, toplumun hazır olmadığı ve dönüşemeyeceği varsayımıyla davranmak dönüşümün önünde kendi koyduğumuz bir engel haline gelebiliyor. Oysa topluma ve “sıradan insan”ın aşılmaz derecede heteroseksist, muhafazakar, türcü, cinsiyetçi olduğuna dair ön yargılarımızı ve varsayımlarımızı sorguladığımız ve bir parça cesaretle davrandığımız zaman hem kendi yaşamımızda hem de ilişki ağlarımızda önemli değişimlere yol açabiliyoruz.Bedenimizi ne zaman keşfediyoruz sorusunu ortaya attık. Heteroseksist patriyarka, erkeklere cinselliği pornodan ve eril, cinsiyetçi şiddete dayanan homo-erotik ortamlardan öğrenmeyi teşvik ederken, kadınları ise kendi cinselliklerini bu biçimde şekillenen erkek cinselliğinden öğrenmeye yönlendiriyor. Toplumsal cinsiyet normlarının bize yüklediklerini dönüştürmenin yollarının neler olabileceğini tartıştık. Öncelikle kendi bedenimize ve arzularımıza dair bugünümüz ve geleceğimiz adına kesin yargılardan, mutlak sınırlardan, net tanımlamalardan kaçınmamız ve kendimize dair sorgulamayı her zaman diri tutmamız bunu dönüştürme imkanı taşıyabilir. Toplumsal dönüşümlerin, kendi kişisel dönüşümlerimizden bağımsız olmadığını, bu nedenle toplumsal cinsiyet normlarını aşındırmanın bir yolu olarak, arzu, beden ve cinsellik pratiklerimizi farklı ilişki biçimlerini küçük küçük deneyimlemeye açabileceğimizi tartıştık. Ancak bunu yaparken lezbiyen/gay/trans olmanın, çok eşli ya da çok aşklı olmanın kendiliğinden daha ilerici olmadığını, kimlikleri özselleştirmekten uzak durmamız gerektiğini konuştuk. Kuracağımız ilişki ağının egemen aile ideolojisine direnen nitelikte olmasının; beden ve cinselliğe yönelik arzu nesnesine bağlı tanımlamalardan kurtulmanın direniş imkanı açabileceğini konuştuk.Cinsellik tartışması eril ve türcü şiddetten de bağımsız değildi. İnsanmerkezcilik, insanı hayvan karşısında üstün bir konuma koyarken aynı zamanda erkeği de kadın karşısında üstün bir yere koyuyor. İnsanmerkezci erkek egemenliği, cinsellik dilini ve pratiklerini de “köpek pozisyonu”, “at sikmek”, “piliç” gibi ifadelerle kadınları ve hayvanları erkekler karşısında aşağı bir konuma yerleştirerek ilişkisini ezmek üzerinden kuruyor. Bu, et yemenin erillikle olan bağına işaret ediyor. Bu durum özellikle vegan feministlerin sevgililik ve aşk ilişkilerini nasıl yaşadığı tartışmasını doğuruyor.  Bu tartışmada kimimiz et yemeği savunan ve karnist kişiler ile politik olarak veganlığa saygı duyan ama kendi pratiğinde bunu gerçekleştirmeyen kişileri aynı şekilde değerlendirmemek gerektiğini savundu. Buna karşın kimimiz ise karnizmin bir düşünme biçimi olmasının yanı sıra et yeme pratiğinin kendisini de kapsadığını dolayısıyla, bir ilişkide tıpkı ırkçı, cinsiyetçi ya da homofobik tutumları kabullenemediğimiz gibi, türcü bir ilişkiyi de aynı şekilde kabullenemeyeceğimizi ifade etti.

Veganlık ve anti-militarizm atölyesi;
Bu atölyede savaşı tartışmaya, insanmerkezci düşünme biçimlerini ve dili, kapitalistler ve liberallerin yanı sıra muhalifler olarak bizim de sürdürebildiğimiz özeleştirisiyle başladık. Savaşı düşünürken, genellikle ölen ya da yaralanan insan sayılarına ve bunlara dair görsel, yazılı metinlere ve istatistiklere dikkat kesildiğimizi fakat savaş boyunca ne kadar hayvanın öldüğü, ne kadar alanın yanıp yok olduğu, verimsizleştiği, zehirlendiği, kısacası ekolojik tahribatın ne boyutta olduğunu göz ardı ettiğimizi konuştuk. Savaşın et yemek ve erkeklik ilişkisini pekiştirdiğini, kadınların ve çocukların beslendiği tarım arazilerini zehirleyerek onları yoksullaştırmasına karşın,  “düşman”la savaşan askerleri ise hayvanları ve doğayı katletmekten gelen cesetler ile, “et” ile, “ödüllendirdiği”ni konuştuk. Aynı zamanda savaşın yalnızca doğrudan savaş demek olmadığını, devletleri, ulusları aşarak bütün toplumsal ilişkilerimizin savaş hali olarak örgütlendiğini tartıştık.  Savaş ortamında toprakların kadınsılaştırıldığı, kadınlara tecavüz edildiği gibi, doğrudan savaş halinde olmadığımızda da kadınlara, hayvanlara, L/G/B/T kişilere, egemen olmayan sınıf ve etnisitelere, kültürlere karşı ciddi ve sistematik bir savaş sürdürülüyor. Ayrıca günümüzde savaş, işgal ve toprakları genişletmek üzerinden olmaktansa su, petrol rezervleri üzerinden işleyen bir hal almış durumda. Ekoloji, savaş ortamında bir ganimet haline geliyor. Yaşamı sürdürmede temel önemde olan tohumları bio-çeşitlilikten uzak ve ilaçlanmaya muhtaç bir biçimde üreten tohum şirketleri, bu tohumlara yönelik gelişen ilaç şirketleri, bunları hayvanlar üzerinde deneyen deney şirketleri ve buradan doğacak hastalıklara karşı kurulan maddi tıp ve bilim alanı birbirinin kaçınılmaz sonucu olarak işbirlikçi biçimde örülüyor, kapitalizmin savaşları bu örgü üzerinden yükseliyor. Bütün bu savaş ve zorunlu göç kıskacında kadınlar, kendi tarihlerinden ve ilişki ağlarından koparak, güvende olmadıkları başka topraklara çocuklarıyla birlikte göç etmek zorunda kalıyorlar. Bu yeni ülkede kadınlar için çoğu kez esnek ve güvencesiz işler ya da zorunlu seks işçiliği gibi emek alanları tek seçenek olarak dayatılıyor.Bu noktada “toplumsal barışı sağlamada bizim payımız ve yöntemimiz nedir” sorusunu ortaya attık.  Savaşın bütün bunların yanı sıra kadınları da birbirine düşman hale getirmek üzerinden güçlendiğini tartıştık. Öte yandan kadınların da özü gereği barışçıl olmadıklarını, savaşın sürdürülmesinde payları olduğunu dile getirdik. Ancak tam da bu payın, savaşa karşı erkek egemenliğine karşı bir konumdan direniş potansiyelini de içinde barındırdığını, dolayısıyla feminist bir konumdan savaş karşıtı olmanın yollarının neler olabileceğini tartışmaya açtık. Erkek egemen bakışın ve bu bakışla tavır alan erkeklerin ve eril muhalif yapıların çoğu kez “kadınlar askere gitmiyor ki” şeklindeki eleştiri ve küçümsemelerine karşın, tam da kadınların savaştaki ezilen ve sömürülen konumları nedeniyle, kadın vicdani reddinin savaş karşıtı feminist konumlanışımızdaki önemini tartıştık. Kadın vicdani reddinin yanı sıra, devletin ve sistemin farklı dinamiklerine karşı geliştirdiğimiz karşı-şiddetin nasıl olması gerektiğini ve bunu nasıl adlandıracağımızı konuştuk. Burada iki düşünce ortaya çıktı: Kimimiz “ezilenin şiddetiyle ezenin şiddetinin bir olmadığını, dolayısıyla ezilenin şiddetinin meşru bir direniş biçimi olduğunu” dile getirirken kimimiz ise gerek hümanist gerekse pasifist bir tutumla şiddetin bir tür egemenlik ve iktidar yöntemi olduğunu bu nedenle kendimizi bundan ayrıştırmamız gerektiğini savundu. Öte yandan genel olarak, devletin, şiddet içeren muhalif eylemlere daha aşina olduğunu, bu yüzden bunlarla daha kolay baş ettiğini, bu nedenle farklı eylem ve direniş biçimleri oluşturmamızın önemli olduğunu tartıştık.             

Transfobi/ erillik/ kadınlık/ erkeklik atölyesi;
Vegan feminist kampa katılan iki sevgili arasında “seni öldürürüm” gibi ifadeleri içeren bir diyalog geçmesi üzerine başka bir arkadaş bu ifadeleri kullanan kadına “erilleşme” ifadesini kullanarak eleştiride bulundu. Bu durum iki kadın arasında kırgınlık, gerginlik ve tartışmaya yol açınca; ertesi gün bu meseleyi her iki kadının da kendi düşüncelerini söyleyebileceği ve hepimizin meseleyi kişisel olandan politik olana taşıyarak kendi fikrimizi feminist yordama uygun şekilde ifade edebileceği bir zemin imkanı sunan bir atölyeye taşımaya karar verdik.Bu atölyede, eleştiri yapılan kadın bu diyalogun sevgilisiyle arasında bir şakalaşma olduğunu, sevgilisinin de kendisine karşı böyle ifadeler kullanabildiğini ancak kendisi trans bir kadın olduğundan bu ifadeyi yalnızca kendisi kullandığında görünür olduğunu ifade etti. Ayrıca erilin sözlük anlamının erkek cinsini belirten bir kelime olduğunu ve kendisinin bu konudaki eleştirilere trans kadın olması, daha önce de maruz kalması nedeniyle hassasiyeti olduğunu ve bu hassasiyeti gözetilmeden eril ifadesiyle eleştirilmenin altında gizli bir transfobi olduğunu düşündüğünü belirtti. Eleştiride bulunan kadın ise, erilliğin sadece erkek cinsi imlemediğini, eril performansın cinsiyet kimliğinden bağımsız olduğunu ve dolayısıyla trans bir kadının da eril davranabileceğini ve bununla eleştirilebileceğini belirtti. Ayrıca trans olma halinin feminist eleştiriden muaf olmayı beraberinde getirmediğini, tam da trans olduğu için “hoşgörü” göstermenin bir tür transfobi olduğunu ifade etti.Atölyede bu konuyu yaşanılan olaydan mümkün olduğunca soyutlayarak, davranışın eril ya da eleştirinin transfobik olup olmadığını aşarak, iki ayak üzerinden konuşmaya çalıştık. Birincisi, ikili cinsiyet rejiminden çıkmak adına eril kavramı yerine kaba, yanlış gibi kelimelerin kullanıp kullanılamayacağı üzerineydi.  Bu konuda kimimiz kadını erkeğe, dişili erile karşı konumlandırarak ifade etmenin kategorik cinsiyet ayrımını beslediğini, bu nedenle bu kavramları kullanmamız gerektiğini söyledi. Eril kavramını kullanmamamız gerektiğini düşünen kimilerimiz ise bu gibi kavramların tartışmaları gerdiğini, fazlaca cepheden olduğunu ve yapıcı tartışmanın önüne geçtiğini belirtti. Buna karşın bazılarımız ise eril, transfobik, cinsiyetçi, homofobik gibi kavramların patriyarkaya ve heteroseksizme karşı feminist teori-pratik mücadele içinde üretildiğini dolayısıyla bu kavramların yerine kaba, yanlış gibi kelimeleri ikame etmenin, feminist-politik tartışmanın ve birikimin önüne geçtiğini savundu.Tartışmanın ikinci ayağını ise, feminist kadınların aralarındaki tartışmalarda oluşturacağı dil, uslup, yordam meselesi oluşturdu. Öncelikle feminist ilkelerin önemini teslim ederek ama yine de her bir ilişkinin ve karşılaştığımız olayın özgüllüğü göz önünde bulundurarak ve feminist dayanışmayı gözeterek nasıl tavır alabiliriz? Feminist yoldaşlık ilişkilerimizde birbirimizi eleştirirken, kendi feminist yöntem ve düşüncemizin tek doğru feminizm olduğu düşüncesinden uzak durmak nasıl mümkün olabilir? İki kadın sevgili arasında geçen bir olayı, her iki kadının da varlığını ve sesini/sessizliğini tanıyarak nasıl anlayabilir ve tartışabiliriz? Atölye bütün bu sorular ekseninde nihai bir çözüme ulaşma iddiası taşımadan, kimseye mutlak atıflarda bulunmadan ve dönüşme potansiyelimizi sahiplenerek sonuçlandı.             
Kamp boyunca yürüttüğümüz; annelik, militarizm, ekoloji, cinsiyet, cinsel yönelim, aşk, hayvan özgürlüğü, veganlık, patriyarka, erillik, transfobi, homofobi gibi noktalarından geçen tartışmalarımız, vegan feminist politikanın güçlenmesine ve feminist dayanışmanın yükselmesine katkıda bulanması umuduyla…                                                        
    
                                            
        YAŞASIN VEGAN FEMİNİST MÜCADELEMİZ! 

        DOĞAYA HAYVANA KADINA ÖZGÜRLÜK!
                          

 Vegan feministler