28 Ocak 2014 Salı

Üreme Özerkliği: Tür Sınırlarını Aşmak - Helen Matthews

 

Eğer hayvan özgürlüğü konusunda ciddiysek, o zaman insan türünden olsun olmasın bütün hayvanların özgürlüğü için çalışmak zorundayız. Eğer feminizm konusunda ciddiysek o zaman cinsiyet ayrımcılığından uzak durduğumuz gibi tür ayrımcılığından da uzak durmalıyız. Başkaları baskı altındayken hiç kimse özgür değildir. Ve eğer beraber çalışıp görünüşte farklı mücadelelerin birbiriyle nasıl bağlantılı olduğunu anlarsak o zaman bir gün hepimiz özgür olacağız- Pattrice Jones


Feminizm ve hayvan özgürlüğü arasındaki bağlantıyı anladığım o ilk ürkütücü ânı 15 yaşında ailemle beraber akşam yemeği için masaya oturduğumda yaşadım. Babam mangalda tavuk pişirmişti, ve tavuk masanın ortasında oturuyordu. Ona bakıyor ve renklerini, o koyu kahverengi ve siyah renklerini düşünüyordum. Yanık göründüğünü düşünüyordum, aynen yanmış deri gibi. Ve sonra onun gerçekten de yanmış deri olduğunu farkettim, benzemek filan söz konusu değildi, karşımdaki şey, yanmış bir vücuttu resmen. İşte o an anneme “akşam yemeği yemiyorum, bunu yemeyeceğim. Vejetaryen olacağım” dedim.

O kuşun bilinci olduğunu düşünüyordum, bir zamanlar bir hayatı olduğunu. Şimdi ise bir akşam vakti masadaki ana yemek olmuştu. Bir zamanlar yaşayan bir kuşun parçaları çöpe bile gidecekti hatta. O an, bu çöküş, bu kavrayış ânı benim son derece netleşti.

Carol Adams’ın söylediği gibi , “birisinin bir şeye” indirgenmesi  öteki hayvanlara yönelik şiddetin temelinde yer alıyor. Öteki hayvanları şeyleştirmek genel olarak onların vücutlarına ihtiyaç duyduğunuz kaynaklar gibi davranmak anlamına, onlar hayattayken ve/veya onları öldürürken manipüle etmek anlamına gelir. İnsanların öteki hayvanların vücut özerkliğine böylesine sürekli müdahale etme biçimi  erkeklerin kadınları kendilerine boyun eğdirme biçimlerine – dünyadaki fiziksel yuvamız olan vücutlarımızı, yerimizi ve benlik duygumuzu kontrol etmelerine benziyor (bu, her  iki tahakküm biçiminin insan merkezli “beyaz üstünlükçü kapitalist ataerkillik” şemsiyesi altında meydana gelmesinden kaynaklanıyor). Hayvanların ve kadın insanların bedenleri üzerinde kontrol sağlanması, popüler imajlarla cinsel anlamda nesneleştirme, evde istismar, emek sömürüsü, dilde basmakalıplar ve üremenin kontrol edilmesi gibi belirli tahakküm sistemleri aracılığıyla sürdürülüyor.

Yüksek Topuklu Dikotomi

Ama “kadınlar” dediğimiz kim? Bu soru, feminist kuramın en temel sorusu ya da en temel sorularından birisi olarak karşımıza çıkıyor. Benim aşina olduğum tanımlar bir dizi anatomik ve kişilik özelliklerine, politik koşullara ve moda açıklamalarına işaret ediyor. Ama kadınların kim olduğuna dair popüler tanımlar  “kadınlık” denen şeyin değişmesine pek de izin vermiyor, bu yüzden içine sığmak için çırpındığınız kısa bir eteğe benziyor ya da giymek için ter döktüğünüz bir çift yüksek topuklu ayakkabı hissi veriyorlar insana. “Kadınlar” denen şeyin indirgemeci tanımını sürdürmek istemediğimden ben aslında rahimleri, yumurtalıkları ve çeşitli üreme organları olan kadın cinsiyetinden söz ettiğimi belirtmek istiyorum.

Kadın insanlar için üremenin kontrol altına alınması; kürtaj karşıtlığı içeren yasal düzenlemeleri, sağlık hizmeti planlarında gebeliği önleyici araçlarına finansal olarak ulaşılamaması, kürtaj yapanların azalması, gebelik önleyicilerin yasadışılaştırılması, “bilme hakkı” yasaları (ABD’de çalıştığı yerde gün boyu hangi kimyasal maddelere maruz kaldığını bilme hakkı) ve kürtaj karşıtlarından gelen tehditler (öldürmelere kadar vardı)gibi biçimlerle karşımıza çıkıyor. Kürtaj Hakkı projesine göre ABD’nin %87’sinde kürtaj hizmeti veren kimse yok. 1982 ve 2003 yılları arasında kürtaj hizmeti sağlayanlarda %37 azalma görülmüştür. Kürtaj hizmeti sağlayanların yarısından fazlası 2000 yılında taciz edilirken çok daha fazla sayıda kadın düzenli bir check-up için bile olsa kliniğe girdiği için tehdit edilmeye devam ediyor.

Bütün bunların karşısında medya, okullarımız, ailelerimiz, kiliselerimiz, işyerlerimiz ve ait olduğumuz camialar kadınları cinselliğimiz hakkında çeşitli ve çelişkili şekillerde yönlendiriyor; bakire olmaktan erkekler için uygun cinsel nesneler olmaya kadar değişiyor bu yönlendirmeler. Çok fazla talep var: hem cinsel olarak uygun (hatta tecavüz nesneleri) olmalı hem de erkeğimize sadık olmalıyız, sağlık hizmetlerinde uygun gebelik önleyicilere ulaşmamız engellenirken bir yandan  da hamile kalmamamız isteniyor. Bu mesajlar sınıfa, ırka, fiziksel yeterliğe ve bir çok farklı kimlik faktörüne göre farklılık gösteriyor. Ben beyaz, finansal olarak dengeli bir hayat süren, 20’li yaşlarında Güneyli bir kadınım. Gene de gördüğüm kadarıyla bu kafa karıştırıcı mesajlar (buna feministler  çoğu kez bakire/orospu dikotomisi adını veriyorlar) bu ülkede çoğu kadının (bir şekilde )aşina  olduğu şeyler.

Afrikalı kökenli kadınlar üreme kontrolü konusunda daha çok tartışma konusu oluyor. Refah yasasıyla ilgili tartışmalar, özellikle de 1996 Refah Reformu Yasası ile ilgili tartışmalar bu düşmanlık hissini kadınların, Afrika kökenli Amerikalıların gebeliklerine yöneltmişti, o dönemde  bu durum çözüm ihtiyacına gereksinen hayali bir milli problem muamelesi görmüştü. Afrika kökenli Amerikalı kadınların cinselliğini bir sorun haline getirmek, eski bir ataerkil inşadır: hiperseksüel “kara vahşi dişi” kontrolden çıkmıştır ve  Bell Hooks gibi feministlerin yazdığı şekilde söylersek, “artık dizginlerinin ele alınması gerekmektedir”. Ama tarih klişelerin ironisini açığa çıkarır: beyaz köle sahipleri esir kadınları daha fazla köle üretmek için “üreme araçları” olarak kullandı. Bir röportaj sırasında eskiden  köle olan bir kadın “aynen buzağı doğuran inek gibi her 12 ayda bir çocuk dünyaya getirdiğini” söylüyordu.

Üreme Çiftliği

Birkaç yıl önce Hampshire Üniversitersi’nde üreme  kontrolüyle ilgili büyük bir konferansa gittim. Açılış konuşmalarını yapanlardan birisi olan Mina Trudeau cesur bir adım attı, konferansa katılanların üreme  kontrolünün diğer türleri nasıl etkilediği konusunda düşünmesini istedi. Bir çok inek, tavuk, köpek, mink ve öteki hayvanlar için üreme otonomisinin olmaması onların varlıklarının kesin bir parçasıdır.

Çiftlik domuzlarını düşünün. “Hukukun Ötesinde” adlı eserinde David Wolfson’ın yazdığı gibi “gebe domuzlar ve doğum yapan domuzlar sağa sola bile hareket edemedikleri doğum kasalarında tutulurlar. Bu tür yoğun çiftçilik pratikleri sağlık sorunlarına yol açar, buna sakatlık ve yüksek ölüm oranları da dahildir”. Doğum kasaları güya gebe domuzların kazayla yavrularının üzerine yuvarlanması ya da üzerlerine basmasına engel olmakta ve laktasyon sırasında memelerini uygun hale getirmektedir.

İneklerin üreme sistemleri süt endüstrisinin temelidir. Çiftlik hayvanları için büyük bir barınak kurmuş olan Gene Bauston şöyle söylüyor:

“İster kuru yem fabrikalarında ister geleneksel mandıralarda yaşasın, bütün inekler süt üretmeye başlamak için doğum yapmak zorundadır. Bugün süt sığırları her yıl bir buzağı doğurmaya zorlanıyor, çünkü bu tür bir düzenleme süt üretimi ve kârı artırıyor. İnsanlar gibi ineklerin gebelik süresi 9  aydır, bu yüzden her 12 ayda bir doğum yapmak fiziksel olarak hayvanı bitap düşürür. İneklerin vücutları 9 aylık gebelik süresi sırasında bir de süt vermeye zorlandığı için daha çok yorulur. Süt sığırlarının günde 50 kilo süt vermesi hiç de nadir bir olay değildir- oysa doğal bir hayat sürselerdi en fazla10 kilo süt vereceklerdi.”

Bauston’a göre bu kadar çok süt üretmek bir çok yaygın fiziksel rahatsızlığa yol açabilir. Bunlardan biri meme iltihabıdır. 1996 yılında  sadece ABD’deki süt sığırlarının yarısında meme iltihabı vardı. Süt sığırları ayrıca metabolik bir rahatsızlık olan ketozis (vücutta keton cisimlerinin artışı) ve sakatlığa yola açan lamina  iltihabından dolayı da acı çekerler. Bovin kan kanseri, paratüberküloz hastalığı da görülen diğer hastalıklardandır.

Tavuklar da endüstriyel tarım için zorla manipüle edilen kaynaklardır. Kuluçkaya yatan tavuklar fabrika çiftliği komplekslerinde zorla tüy döktürülürler; yani, yumurta  çıktısını kontrol etmek için 14 gün boyunca tavuklara ışık, su ve yiyecek verilmez. Böylece Bauston’ın söylediği gibi, “tavukların vücutları bir başka yumurtlama döngüsüne girmek üzere  şoklanmış olur”.

Köpek gibi öteki evcilleştirilmiş hayvanlar da üreme açısından manipüle edilirler. “Hayvan Eşitliği” adlı eserinde Joan Dunayer köpeklerle ilgili bir dergide “kancığı düzgün şekilde tutmak”tan söz edildiğinden bahsediyor; yani, dişi köpeğin bacaklarını zorla kıstırarak erkek köpeğin dişi köpeğe girmesine yardım edilmesinden.

Çiftlik hayvanları ve evcil hayvanlar gibi laboratuar hayvanları da seri üretim için üremeye zorlanırlar. Bu his ve duygu sahibi canlıların maruz bırakıldığı aşağılanmayı en iyi şekilde laboratuar hayvanları endüstrisi kataloglarında görebiliriz. Bu kataloglarda bu hayvanlar “birim” olarak belli bir fiyat üzerinden satılırlar.

Atlar da östrojen yerine kullanılan premarin adlı ilacın üretilmesi için kullanılır. Premarin üretiminde gebe atlardan idrar alınır ve kısraklar rutin olarak bu amaçla suni yolla gebe bırakılır. Hayvan haklarını savunan gruplardan biri olan UAN şöyle yazıyor, “premarin kısraklar aylar boyunca küçük bölmelere kapatılıyor, burada sürekli idrarları toplanıyor, tayları ise her yıl Avrupa pazarlarında satılarak öldürülmek üzere satılıyor.” Bu bölmelerde binlerce tay bulunuyor; kışın, bir aktivistin söylediği gibi, “duvarlarda buz görmek mümkün, bu hayvanlar buz gibi dondurucu soğukta, buz kadar soğuk betonlarda uzanmak zorunda kalıyorlar”. Premarin üretimi için atların sürekli olarak zorla gebe bırakılması gerekiyor. İronik olarak Premarin üreticileri atların üreme sistemlerini menopozlu kadınlara ürünlerini satmak için manipüle ediyorlar.

Artık sürekli üremek vücutlarını tükettiği an çoğu hayvan öldürülür, özellikle de tarım ticaretindeki hayvanlar. Artık süt üretemeyen süt sığırları etleri için öldürülür. Çiftçiler hayatlarının  küçük bir kısmını yaşadıktan sonra onları öldürülmek üzere mezbahaya gönderir. Bazen bu hayvanlar gerçekten çöpe atılır, çünkü et kaliteleri artık “düşük seviye”dir, bu yüzden çoğu kez  çöpe atılan abur cuburlarda  kullanılır.

Üreme tahakkümünden kurtulma mücadelesi sadece bir insan mücadelesi değildir, oysa bir çok feminist böyle düşünür. Bunun gibi eğer hayvan özgürlükçüleri gerçekten öteki hayvanların maruz kaldığı baskılara son vermek istiyorsa o zaman bu baskının kadın insanların günlük deneyimlerinde nasıl yansıdığını anlamak zorundayız. Üreme özerkliği tür bariyerlerini aşan bir ihtiyaçtır. Hem kadın insanların hem de öteki hayvanların bedensel bütünlüğünün tamamen ortadan kaldırılmasının hem somut hem de ağır bir örneğidir.

Kaynak: http://hayvanozgurlugucevirileri.com/2012/09/19/ureme-ozerkligi-tur-sinirlarini-asmak/

Üreme Özerkliği: Tür Sınırlarını Aşmak ( Helen Matthews, çeviren Cem)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder