17 Nisan 2017 Pazartesi

Vegan Feministler - hayvan özgürlüğü için feministler

Biz hayvan özgürlüğü mücadelesi veren, içinde bulunduğumuz bütün sömürü/ezilme/baskı biçimlerini birbirleriyle ilişkili gören ve bunlara karşı mücadelelerin yanında saf tutan vegan feministleriz. Kadınların ve hayvanların sömürüsü arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmak ve insanmerkezci, türcü, kapitalist, heteroseksist, ırkçı ataerkilliğe karşı mücadeleyi yükseltmek ihtiyacı ile bir araya geldik. 

Biz, insan olmayan hayvanları ve hayvansal ürünleri beslenme, giyim ya da eğlence gibi alanların sömürü nesneleri olarak görmeyen, böyle bir bakışa karşı çıkan ve gündelik yaşam pratiklerini bu ilke doğrultusunda politikleştiren bir veganlık anlayışıyla feminizmimizi örgütlüyoruz. 

Cinsiyetçi, türcü, homofobik, transfobik, bifobik, queerfobik, ırkçı, milliyetçi, militarist, sakatfobik olmayan, vegan feminist bir yordam ve üslup içeren çalışmalar üretmek, bu tarz çalışmaları derlemek ve vegan femininist tarihimizi yazmak üzere bu blogu oluşturduk.


"Gelin pilav yiyelim ve kadınlara inanalım!"
*Sitede yer almasını istediğiniz vegan feminist çalışmalarınızı (her türlü yazı, resim, fotograf, video, çeviri vb.) ve düzenlediğiniz vegan feminist etkinliklerinizi göndermek için:
  

15 Kasım 2016 Salı

II. VEGAN FEMİNİST YAZ KAMPI PROGRAMI

27-29 Ağustos 2016
Akyaka/Muğla

1.Gün-
27 Ağustos, Cumartesi
8:00-9:00
Çadır alanına yerleşme
9:00-12:00
Kahvaltı ve tanışma
12:00-14:00
Atölye: Biz kimiz? Vegan feministler olarak ortak dertlerimiz, politik zeminimiz ve mücadele yöntemlerimiz üzerine tartışma
14:00-15:00
Öğlen atıştırması
15:00-17:00
Ara
17:00-19:00
Atölye: Hayvanlara yönelik cinsel şiddet ve türcülük
19:00-21:00
Akşam yemeği
21:00-22:30
Film gösterimi: White Dog (Yön. Samuel Fuller)
22:30-00:00
Film üzerine tartışma: Irkçılık, savaş ve türcülük kesişimselliği


2.Gün-
28 Ağustos, Pazar
8:00-9:00
Yoga
9:00-11:00
Kahvaltı
11:00-13:00
Atölye: Tür ve cinsiyet sınırlarının ötesi mümkün mü: Queer ve aile dışı yaşam pratikleri
13:00-14:00
Öğlen atıştırması
14:00-17:00
Ara
17:00-19:00
Atölye: Vegan-feminist dil ve sanat: Cinsiyetçi-türcü dile nasıl karşı koyabiliriz ve kendi dilimizi nasıl inşa ederiz?
19:00
Akşam yemeği
00:00
Drama: Kurdun Kirpiği (Kurtlarla Koşan Kadınlar içinde, Clarissa Estes)


3.Gün-
29 Ağustos, Pazartesi
8:00-9:00
Yoga
9:00-11:00
Kahvaltı
11:00-13:00
Atölye: Vegan tarım, vegan ev, vegan sokak: Kırda ve kentte, evde ve sokakta vegan feminist bir gündelik yaşam nasıl örülebilir?
13:00-14:00
Öğlen atıştırması
14:00-16:00
Kamp değerlendirmesi ve önümüzdeki sürece dair önerilerimiz





14 Kasım 2016 Pazartesi

II. VEGAN FEMİNİST YAZ KAMPI SONUÇ METNİ


27-29 Ağustos 2016

Akyaka/ Muğla


Sevgili dostlar,

Bu yıl da eril-karnist tahakküme karşı vegan-feminist tahayyül arzusuyla II. Vegan Feminist Yaz Kampımız için Muğla/ Akyaka’da buluştuk. Kampa Çanakkale, Bursa, Ankara, İstanbul, Antalya, İzmir ve Muğla’dan 26 kişi katıldı. Pek çoğumuz birbiriyle ilk kez karşılaştığından ilk olarak bir tanışma çemberi oluşturduk. Tanışırken kamp süresince atölye çalışmalarımızda bize yordam sunması için hassasiyetlerimizi ve üslup beklentilerimizi de konuştuk. Kampın pratik işlerini katılımcı ve eşitlikçi bir şekilde yürütebilmek için, yemek malzemelerinin alımı, yemeklerin yapımı, bulaşıkların yıkanması konularında işbölümü grupları oluşturduk.

Kamp süresince vegan feministler olarak neden, hangi ihtiyaçlarla ve nasıl bir politik zeminde bir araya geldiğimizi; pratiklerimizi tür, cinsiyet ve yapılandırılmış aile/aileci ilişkiler ötesine taşıma imkanlarımızı; dil ve sanat alanına vegan feminist bir müdahalenin nasıl olabileceğini; kırda ve kentteki sosyal ilişkilerimizde nasıl vegan feminist bir yol oluşturabileceğimizi konuştuğumuz atölye çalışmaları yaptık. Bunun yanı sıra akşam etkinlikleri de düzenledik. Bunlardan biri Samuell Fuller’in yönettiği White Dog (Beyaz Köpek) filmini izlemek ve ardından sinema, beyazlık, ırkçılık, türcülük ve ataerkillik ilişkisine dair bir tartışma yürütmek oldu. İkinci gün, bize o akşamın yemeğini pişirebilmemiz için mutfağını açan  feminist dostu bir mekan olan Kum Kafe/Bar’da lezzetli eğlenceli, gıybetli muhabbetli bir akşam geçirdik. Geceye vardığımızda ise ormanda, Clarissa P. Estés’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabından bir bölüm olan Kurdun Kirpikleri masalını drama biçiminde okuduk.

Biz kimiz?

İlk atölyemizde veganlık-feminizm ilişkisini, vegan feministler olarak nasıl bir dertle bir araya geldiğimizi ve kimlerle birlikte örgütleneceğimizi tartıştık. Kampa çağrı metnimizi oluştururken kampın “tüm çeşitliliğiyle kadınlara, trans erkeklere, intersekslere ve queer feministlere açık” olduğunu, “cinsel yönelimi ne olursa olsun natrans erkeklere kapalı” olduğunu belirtmiştik. Oluşturmaya çalıştığımız vegan feminist örgütlenmenin kimlerden oluşacağını kararlaştırabilmek için bu çağrıyı yeniden tartışmaya açtık. Tartışmayı belirleyen asıl mesele vegan feministlerin cis-erkeklere açık olup olmayacağıydı. Tartışmada bir yandan kimlikler üzerinden çağrı yapmanın bir özne varsayımı ve arayışı olduğu, bunun ise cinsiyetçilik-türcülüğe karşı politik zeminimizi belirlemenin ve pratik müdahalelerimizi örgütlemenin önüne geçebileceğini konuştuk. Diğer yandan ise politik zeminimizi ve burdan beslenecek mücadele biçimlerimizi oluşturabilmek için türcülük ve cinsiyetçilik karşısında teorik/tarihsel olarak konumlanan bir özneyi muhattap almaya ihtiyaç olduğu fikrini belirttik. Bu tartışmanın sonunda bu konuda net ve her birimizin kayıtsızca ortaklaşabileceği bir karar vermenin ne imkanlı ne de gerekliği olduğunu düşündük. Bunun yerine bu meseleyi sabitleyici ve kural koyucu olmayan, her zaman değişime açık ve her an yeniden tartışılabilir bir şekilde sürdürmeye karar verdik. Pratik bir sonuç olarak ise yaz kampı çağrılarımızı halihazırda yaptığımız şekilde yapmaya; ancak yıl içinde yapacağımız diğer etkinlikler/eylemliliklerin kendi özgün dertleri ve soruları ile ilişkili olarak kimlerin katılacağı konusunda çağrıyı yenilemeye karar verdik. Bütün bu tartışma boyunca sıklıkla kullandığımız doğa, kültür, kadınlık deneyimi, öz, özcülük, kuir kavramlarını da tartışmaya açtık.
   
Veganlık-feminizm ilişkisini nasıl kuruyoruz?

Vegan feministler olarak biz kimiz sorusununu tartışmanın temel bir ayağı ise veganlık ve feminizm ilişkisini tartışmak oldu. Bizi feministler ve veganlar olarak bir araya getiren şey neydi? Vegan oluşumuz ile feminist oluşumuzu nasıl ilişkilendiriyorduk? Bu soruları kendi deneyimlerimizi paylaşarak tartışmaya çalıştık. Kimimiz bu ilişkiyi ağırlıklı olarak anti-militarist/ vicdani redçi duruşundan hareketle, kimimiz veganizmden feminizme doğru, kimimiz ise feminizmden veganizme doğru bu bağı kurduğunu belirtti. Bu ilişkiyle ilgili olarak ortaya koyduğumuz noktalar şunlar oldu:

-Bir ineği, tavuğu, balığı ve belirli bir kültürde yenilebilir olarak tanımlanan bir hayvanı öldürmeyi kendine hak gören insanmerkezcilik ile zorunlu askerliği dayatan, kadın cinayetlerine, trans cinayetlerine, nefret cinayetlerine yol açan ırkçılık ve cinsiyetçilik arasında bağ vardır.
-Eril-karnist tahakküm, insan-doğa, kadın-erkek gibi sabit ikili kategorilere dayanır.  Kadınlar ve erkekler, insanlar ve hayvanlar arasındaki bu ayrım, hem patriyarkanın hem de insanmerkezciliğin yararına işler.
-Et yemek cinsel ve eril güç sembolü olarak temsil edilirken, hayvansal olmayan yiyecekler ise kadınlara atfedilir ve ikincilleştirilir.
-Medyada, politikada ve gündelik hayatın diğer tüm alanlarında kadınların sömürülmesinin ve ikincilleştirilmesinin araçlarından biri onların hayvanlaştırılması olmuştur (dişilleştirilen tavuk ve inek görselleri gibi). Benzer şekilde hayvanların sömürülmesinde de onların kadınsılaştırılmaları söz konusudur (“ateşli piliç”, “vahşi kısrak” ifadeleri gibi).
-Tıpkı evlenilecek-eğlenilecek kadın kategorilerinin belirlenmesi gibi; hayvanlar da kendi içlerinde yenilebilir, sevilebilir, korunması gereken ve seyredilebilir olarak kategorilendirilir. Kategorilendirmenin kendisi, erkek egemen-türcü sömürünün bir yolu olarak işler.
-Cinsiyetçilik ve türcülük benzer tahakküm biçimleri olmalarının ötesinde, birbirlerini pekiştiriler ve birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Kadınların ve hayvanların sömürülmesi arasındaki tarihsel bağ avcı erkek mitine dek uzanır. Bu egemen tarih yazımında erkeklerin avcılık yaparak yaşamı asıl idame ettirenler olduğu ve asıl besin kaynağının et olduğu anlatıları kesişir. Kadınların bu anlatıdaki ikincil ve pasif konumlarına rağmen, feminist tarih yazımını izlediğimizde avcılığın yaşamı üreten asıl güç olmadığını; aksine temel beslenmenin kadınlara atfedilen toplayıcılığa dayandığını ve avcılığın da ancak bu koşullar altında nadir olarak gerçekleştirilen bir pratik olduğunu görürüz.

Patriyarkayla türcülüğün kesişimselliğini vurgulayan bütün bu tartışmanın yükü bu atölyede bizi; sosyal medya platformlarında, vegan topluluklarda ve feminist topluluklarda hararetle tartışılan şu soruya getirdi: “Vegan olmayan feminist olabilir mi?” Bu sorunun bu kesişimselliği gündemimize sokan provakatif gücünü teslim etmemize rağmen, böyle bir sorunun kendisinin feminizme kapatıcı ve tekelci bir tanım getirmeye yol açtığını düşündük. Öte yandan sorunun “feminist olmayan vegan olabilir mi?” biçiminde dert edilmemesinin, feminizmi yalnızca bir ideoloji, veganlığı ise yalnızca bir pratik olarak gören ve ikisini de eksik ve yanlış temsil eden bir bakışa işaret ettiğini düşündük. Sonuç olarak birinin feminizmine veya veganlığına karar vermek yerine, cinsiyetçiliğe ve türcülüğe karşı kendi vegan feminizmimizi örgütlememizin bizi güçlendirecek yol olduğunda karar kıldık.

Hayvanlara yönelik cinsel şiddet

Bir diğer atölyemizde hayvanlara yönelik cinsel şiddete odaklandık. Cinsel şiddet dediğimizde çoğu kez kadınlara hatta biyolojik kadınlara yönelik taciz ve tecavüzün akla geldiğini, hayvanlara yönelik cinsel şiddetin ise göz ardı edildiğini belirttik. Oysa hayvan tecavüzleri, hayvan genelevleri ve hayvancılık sektöründeki suni tohumlama, gaga kesme, boynuz kesme gibi “sıradan” uygulamalar; niteliksel olarak farklı motivasyonlarla yapılsalar da hayvanların beden bütünlüğüne ve cinselliğine yönelik yaygın ve sistematik tahakküm uygulamalarıdır. Hem toplumsal normlar açısından hem de hukuksal anlamıyla meşru bir sektör olan hayvancılık, hiçbir uygulaması nedeniyle cezalandırılmıyor; bu uygulamalar şiddet olarak tanımlanmıyor; hatta hukuk ve bilim “hayvanların sağlıklarını ve refahlarını sağlamak” adına bu sektörü güçlendiriyor.

İş kedi, köpek, kuş gibi “ev hayvanı” olarak tanımlanan hayvanlara geldiğinde ise, aynı hukuk ancak onları mal konumuna getirerek düzenlemeler yapıyor. “Sahipli” bir hayvana yönelik şiddet “Kabahatler Kanunu”na dayandırılarak para cezası ile cezalandırılıyor. Bunun yanısıra hayvanlara yönelik cinsel şiddet dünyanın “gelişmiş” ya da “gelişmemiş” pek çok ülkesinde  “hayvan genelevleri” yoluyla legal olarak da uygulanıyor.

Bu koşullarda vegan feministler olarak hayvanlara yönelik cinsel şiddete karşı nasıl bir mücadele yürütmek gerekir? Bir beslenme biçimi olarak vegan olmak hayvanlara yönelik cinsel şiddet ve sömürüye karşı önemli bir gündelik pratik olsa da, yalnızca bir yaşam tarzı olarak veganlık hayvanları bu şiddetten kurtarmak için yeterli değil. Bulunduğumuz yerlerde hayvanları “korumaya/kurtarmaya” yönelik anlık ve gündelik müdahalelerimizin yanı sıra hayvanlara yönelik şiddet biçimlerine karşı hukuki yaptırımlar ve düzenlemeler için de mücadele etmek gerekiyor. Hukuki yaptırım ve düzenlemelerin oluşması, kişilerin “hayvansever” olup olmamasından bağımsız olarak hayvanlara kamusal/yasal koruma sağlayacaktır. Ancak bütün bu müdahale noktaları ve talepler hala insanmerkezcilikle esastan mücadele yöntemi değildir. Zira hukukun kendisi de insanmerkezcidir ve hayvan hakları söylemi de insan-hayvan hiyerarşik ikiliğine dayanır. Bu nedenle hem hukuk hem de gündelik hayat alanlarında mücadele yürütürken; türcülük, cinsiyetçilik ve diğer sömürü biçimleri arasında bağ kuran ve bu alanları esastan mücadele alanlarına dönüştürebilen vegan feminist bir politika inşa etmemiz gerekiyor. Çünkü şu an’da, biz bu metni yazarken siz bu metni okurken de hayvanların şiddete maruz kalmakta ve öldürülmekte olduklarını biliyoruz.

Bu atölyede gözlerimizi kendi hayatlarımıza da çevirdik. Örneğin evlerde birlikte yaşadığımız ya da sokakta bakımından sorumluluk duyduğumuz hayvanların kısırlaştırılıp kısırlaştırılmayacağına karar verişimiz de bir şiddet pratiği midir? Bu konuda farklı görüşler ortaya çıktı. Bir yandan bu karar verici statünün kendisinin hiyerarşik bir ilişki olduğunu hepimiz kabul etsek de kimimiz hayvanların yaşam alanlarının insanlar tarafından kısıtlandığını ve dolayısıyla içinde bulunduğumuz koşullarda pratik olarak hayvanların yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlayabilmek adına karar verici bir sorumluluk olarak kısırlaştırmanın anlaşılır olduğunu ifade ettik. Görünen o ki eril-karnist sistem var oldukça biz bu gibi ikircikli durumlarla karşılaşacağız. Ancak enseyi karartmayalım, ümitsizliğe kapılmak yerine bugünden yapacağımız her bir vegan-feminist müdahalenin bu ikircikliği oluşturan düzende çatlaklar oluşturacağını akılda tutalım.

Tür ve cinsiyet sınırlarının ötesi mümkün mü: Queer ve aile dışı yaşam pratikleri

Bu atölyemizde yaşam mekanlarımıza, hayvanlarla ilişkilerimize ve birincil ilişki ağlarımıza bakarak bize dayatılan cinsiyet konumlarını ve aileci ilişki biçimlerini odağımıza aldık. Bu atölye çokça kendi ailelerimiz ve birlikte yaşadığımız hayvanlarla ilişkilerimizden konuşmaya istekli olduğumuz bir atölye oldu. Ailenin tek başına “anne-baba-çocuk”ta somutlanan bir kurum olmadığını, dilimize, düşünce biçimlerimize ve diğer ilişki ağlarımıza da sızan bir ideoloji olduğunu konuştuk. Örneğin birlikte yaşadığımız hayvanlarla ilişkilerimizde ebeveyn rolleri üstlenebiliyoruz. Onlara “oğlum” “kızım”  gibi ifadelerle seslenerek; sevme, bakım emeği üstlenme ya da kural koyma gibi pratiklerde bulunarak kendimizi annelik konumunda yakalayabiliyoruz. Böyle olmadığı durumlarda bile birlikte yaşadığımız hayvanlarla ilişkilerimiz bu şekilde değerlendirilebiliyor. Kendi deneyimlerimize baktığımızda gördük ki, bu durum hayvanlarla birlikte yaşayan kadınlar söz konusu olduğunda bir yandan annelik beklentisi güçleniyor bir yandan da bu özgün ilişki asla tam olarak bir “anne-çocuk” ilişkisi olarak görülmüyor. Çocuksuz bir aile içerisinde hayvanlar “annelik güdüsü”nü tatmin edecek bir çocuk ikamesi olarak görülürken, kadınlar “gerçek annelik duygusundan mahrum”, “zavallı” addediliyor. Hayvanlarla birlikte yalnız yaşayan kadınlar “sapık” ya da “deli kadın” olarak adlandırılırken, birlikte yaşadıkları hayvanlar ise onları tatmin edecek cinselleştirilmiş nesneler olarak görülüyor. Hayvanlar ayrıca çocuklu ailelerde bir oyuncak ve eğlence nesnesi, aileye bağlılığı ve “yabancılara” saldırganlığıyla bir koruyucu konumlarında görülerek insanmerkezci bir perspektiften tanımlanıyorlar. Nihayetinde tüm bu bakış açılarında türlerin ve cinsiyetlerin sınırlarına çarpıyoruz.

Aileci ilişkiler öyle normal bir biçimde kuruluyor ve gündelik hayatta işliyor ki, bunlara direndiğimizde ve bu ilişkileri reddettiğimizde “tuhaf” görülüyor ve yalnızlaşıyoruz. Atölyede ayrıca özgürlüğümüz ve kendi yaşamımızı yaşayabilme mücadelesi verirken bu tuhaf yaftasıyla nasıl başa çıktığımıza dair deneyimlerimizi paylaştık. Hangi durumlarda onu seviyor ve kabulleniyoruz, hangi durumlarda, belirli ortamlarda ve belirli kişilerle ilişkimizde onu bir normal maskesi ile örtüyoruz? Bu dengeleri nasıl kuruyoruz, kurmalı mıyız? Normal, aileci ilişki pratiklerinden ne gibi çıkarlar elde ediyoruz? Gördük ki bu gibi pratikler stratejik olarak gündelik hayatımızda işe yarasa da, daima bir anormale işaret ediyor ve bu şekilde davranmayan başka kadınların marjinal olarak adlandırılmasını ve dışlanmasını pekiştiriyorlar. Bu dayatmaya direnmek için  feminist yoldaşlıklarımızı, aile dışı ilişki ağlarımızı ve potansiyellerimizi güçlendirmeye ihtiyaç duyuyoruz.

Feminist ve vegan bir dil arayışı

Kamp boyunca konuştuğumuz şiddet biçimleri ve normalliği dayatan sınırlar dilimize de yansıyor. Bu atölyeden muradımız her ne kadar vegan feminist dil ve sanat üzerine konuşmak olsa da, atölye süresince gündelik hayattaki dilimize ve küfür meselesine odaklanma ihtiyacı duyduk. Küfür etmek hepimiz ihtiyacıydı, hele ki bu eril karnist düzende! Peki küfürlerimizi nasıl feminist ve vegan hale getirecektik? Bunun için küçük bir oyun oynadık. Daire oluşturup birbimize bir ip yumağı attık, her tutan kişi dilinin ucuna gelen eril ve türcü küfürleri söyledi, sonra da bunlara karşın vegan feminist küfürler üretmeye çalıştık. Bu çalışmayı yaparken bir kez daha gördük ki, cinsiyetçilik ve türcülük dilde normalleşmiş, kullandığımız ve anlamını bilmediğimiz/dikkat etmediğimiz birçok cinsiyetçi ve türcü küfür de varmış. Örneğin “yavşak” bit yavrusu anlamına gelirken, “mal” hayvan sürülerine verilen ada işaret ediyor. Bunlara ve daha bir çoğuna karşılık, “sistem çocuğu”, “hayvan eti yemiş”, “pezevenk”, “bacağına sıçayım” gibi küfürleri sevdik ve gündelik hayatta bu küfürleri kullandıkça da yabancılık hissinin ortadan kalkacağını düşünüyoruz.

Vegan kentler, ilişkiler, mekanlar oluşturmak

Bu atölyede kırsal ve kentsel mekanlarda vegan feminist yaşam örmek üzerine konuşmayı istemiştik. Çoğumuz küçük ya da büyük kentlerde yaşadığımız için köyde yaşamaya dair doğrudan deneyimiz yoktu. Ancak hem dünya okumamızdan hem de başka deneyimlerden biliyoruz ki tek başına köyde ya da kentte yaşamanın kendisi bize kapitalizmden, cinsiyetçilikten ve türcülükten azade bir yaşam biçimi vaat etmiyor. Bununla birlikte biz kendi deneyimlerimizden yola çıkarak kentlerde kendimize nasıl alanlar açtığımıza, nasıl ilişkiler geliştirdiğimize odaklanma ihtiyacı duyduk.

Kentlerde bizi en çok zorlayan şeyin, öğrenci ya da çalışanlar olarak ev dışında yemek yiyecek yerler bulmak olduğunu konuştuk. “Veganlar marjinal ve elit kişilerdir” yargısına dayanan ve bu yargıyı besleyen bir anlayışla vegan restorantlar ve menüler normalden pahalı oluyor. Ayrıca marketlerde veganlara yönelik ürünler de pahalı. Hem türcü yargılara hem de veganlığı kullanan piyasaya karşı durabilmek için bu tüketim kalıplarının dışında alternatif mekan ve ilişkiler oluşturmamız gerekiyor. Öncelikle hayvansal ürün içermeyen herhangi bir yemeğin halihazırda vegan yemek olduğunu (örneğin tahin helvasının vegan bir tatlı olduğunu); içeriği sıkı sıkıya belirlenmiş kahvaltı, öğle, akşam yemeği kalıplarının aşındırılabileceğini (örneğin akşamdan kalan çorba niye sabah kahvaltısı olmasın?) ya da yemeklerin kolaylıkla veganize edilebileceği düşüncesini yaygınlaştırmak gerekiyor. Sıklıkla gittiğimiz mekanlarda vegan düşünceyi dillendirmek ve bu konuda talepkar olmak işe yarıyor. Hatta bu mekanları ve mekanlarda çalışanlarla ilişkileri veganize etmenin bir yolu da olabiliyor. Başlangıçta sadece “tuhaf vegan müşteri” için çıkan yemek zamanla çeşitlenebiliyor ve ana menüde yer alabiliyor (deneyimle sabittir). Öte yandan saklama kaplarıyla evde hazırladığımız yiyecekleri işe, okula götürmek, ara öğünler için yanımızda kuru yemiş, meyve ya da vegan atıştırmalıklar taşımak da mümkün.

Bitirirken…

Faşizmin kurumsallaştığı ve bütün canlıların hayatına kastetiği, doğanın talanının, kadın düşmanlığının, homofobinin, transfobinin, hayvan sömürüsünün ve her anlamıyla şiddetin zirveye çıktığı, egemen olmayanların hak ve özgürlüklerinin gasp edildiği bu zorbalık döneminde bir araya gelmek, dostluklarımızı tazelemek, yeni dostluklar kurmak hepimizi güçlendirdi. Bu dayanışmayı ve örgütlülüğü yaşadığımız kentlere de taşımaya, farklı etkinliklerde bir araya gelmeye ve diğer muhalif eylem ve etkinliklerde vegan feministler olarak varlık göstermeye karar verdik. Bir sonraki yaz kampımızda atölye çalışmalarını önceden daha katılımcı bir şekilde ve üzerine daha çok kafa yorarak oluşturmayı kararlaştırdık. Ayrıca bir sonraki yaz kampımızı daha özgür ve daha ıssız bir alanda  yapmayı planladık. Bütün bu çalışmaları örebilmek için 2017 Şubat ayında İstanbul’da bir kış buluşması yapacağız.

Ümitle, inançla, dayanışmayla..

vegan feministler

20 Ekim 2015 Salı

Eşcinsel penguenler heteroseksüel çiftin yumurtalarını çalmışmış...

"Aşkım koş koş kaptık yumurtaları!"

"Çin’de, Harbin Polar Land ’de bulunan bir çift eşcinsel penguen, heteroseksüel bir çiftten yumurtalarını çaldı ve kuluçkaya yattı." diye bir haber duyduk. Bakıcıları, bu penguenleri diğerlerinden ayırdıktan sonra şöyle demiş: “Maalesef onları ayırmak zorunda kaldık. Ama bu bir ayrımcılık değil, kuluçka zamanında diğer çiftlerin rahatsız olmaması için bunu yaptık”.

Şimdi öncelikle hangi penguenin eşcinsel hangisinin ise heteroseksüel olduğunu nereden bildiniz? Özellikle 200 yıldan beri insan türünün başına bela ettiğiniz bu sabit cinselliklere, arzulara, kimliklere doyamadınız da şimdi de sıra insan olmayan hayvanlara mı geldi yahu? "Arzu dediğin akışkan, bunun üzerinden kurulan kimlikler imkansız" diye diye dilimizde tüy bitti.  Hadi heteroseksist düşünce biçiminizle penguenleri işaretlediniz diyelim, yahu bu ne sizde ayırdımcılık filan :) Bir çocuk illa "kutsal, heteroseksüel çekirdek aile"de mi büyüyecek? O yavru penguenin bakımını farklı farklı penguenler üstlenemez mi yani? Bu da işte bir başka insan hastalığı, adına da "ailecilik" deriz.

Peki ya bu süper hassas adil aileciliğinizle bu iki pengueni ayırmak yoluyla cezalandırmanıza ne demeli?! Onları yaşam alanlarından ayırmanın, diğer penguenlerden tecrit etmenin onlar için ne demek olduğu konusunda hiçbir fikriniz var mı? Ah pardon tabi söz konusu heteroseksüel çiftleri korumaktı, ayrıca onlar "zaten hayvan" unutuvermişiz!

Bir de çoğu kaynak haberi verirken penguenlerin "babalık duygusu"nu tatmak için yumurtayı "çaldıklarını" buyurdu. Dile bakın dile! Meseleyi nasıl da kriminalize ediyor. Zaten sürekli "tehlike" "vahşilik" "bilinmezlik" söylemleriyle anılan doğanın ve hayvanların "suçlu"ya dönüşüvermesi ne kolay değil mi? Ama öyle demeyin, n'apsınlar babalık duygusu işte! Aynı insanlar gibi hayvanların da içinden geliyor bu "babalık-annelik" hisleri değil mi?! Çarkını döndürmek için kendini insan-hayvan arasında duygudaşlık kurmaktan men eden eril karnist-türcü düzen, toplumsal rol ve pratikleri doğallaştırmak için nasıl da doğayı işe sürüyor, üstelik onu da (yanlış)temsil ederek. Bu haberde bütün bu katmanlar üst üste binmiş, bunları tartışalım dedik, bi el attık...

demet & ezgi

30 Mart 2015 Pazartesi

KATIR KATLİAMINA KARŞI VEGAN FEMİNİST BİR POLİTİKAYA ÇAĞRI

28 Aralık 2011 gecesi Roboski’de 34 kişi ve 59 katır Türk Hava Kuvvetleri tarafından bombalanarak katledilmiş ve devlet, sanki meşru bir gerekçeymişçesine bu kişilerin bir PKK birliği olduğunu ileri sürmüştü. Sonrasında ise bu 34 kişinin Türkiye-Irak arasında kaçakçılık yaptıkları ortaya çıkmıştı. Buna rağmen, kaçakçılığın bölgenin sosyo-ekonomik bir gerçeği olmasını göz ardı eden ve bunu devlet tarafından öldürülmenin meşru bir gerekçesi olarak kabul eden faşizan söylemler dillendirilebilmişti.

Olaydan 4 yıl sonra, bu yıl 24 Mart günü ise Şırnak İl Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü'nün 59 katır için mahkemeden çıkardığı itlaf kararına dayanarak sekiz katır askerler tarafından katledildi. Gerekçe ise katırların kaçakçılıkta kullanılmaları yani devletlerin yapay olarak kurdukları sınırları geçerek, onların kurallarına uymamalarıydı.

Olayın ardından katırların katli üzerine farklı yaklaşımlardan çeşitli tepkiler oluştu. Biz bu yazıyı hem çok fazla dolaşıma girerek egemen olan iki tür yaklaşımı eleştirmek hem de kendi konumumuzu belirginleştirmek için kaleme alıyoruz.[1] Eleştirdiğimiz yaklaşımlardan ilki tartışmayı hayvansever, çevreci ve hayvan hakları konusunda duyarlı kesimlerin olay hakkındaki sessizliklerini eleştirmek üzerine kuran tepkiler oldu. Bu duruştakiler[2], Türkiye’nin batısında özellikle kedi, köpek, at gibi hayvanlar söz konusu olduğunda ciddi bir duyarlılık gösteren hayvan severleri, konu Kürt bölgelerinde yaşanan bir hayvan katliamı olduğunda meseleyi fazlaca “siyasi” görüp sessiz kalmayı tercih ettikleri biçiminde eleştirdiler. Katliama tepki gösteren diğer kesim ise, tepkisinin odağına iktidar ilişkilerinin çeşitliliğinden ve ilişkiselliğinden bağımsız bir insan-merkezcilik eleştirisini koydu. Daha açık bir ifadeyle bu duruş[3], katırların katledilmesinden onları yük hayvanı olarak kullanan ve sömüren köylüleri sorumlu tuttu ve esas eleştirisini bu noktaya yöneltti. Bu duruş, katliamı eleştiren herkesi öncelikle ve yalnızca kendi kişisel hayatlarında süren hayvan sömürüsü biçimleriyle yüzleşmeye çağırdı.

Biz,  bu iki duruşun da vegan feminist bir politika açısından bazı sorunlar taşıdığını düşünüyoruz. Bu iki duruş, her ne kadar birbirine zıt gibi görünse de, iktidar ilişkilerinin bir ağ biçiminde nasıl da birbirleriyle ilişkili bir şekilde işlediğini görmeyerek ortak bir noktada buluşuyorlar.

“Batılı hayvanseverler”in sessizliğini eleştiren ilk görüş, sadece, tam da bizim eleştirdiğimiz biçimde insan merkezciliğin sevgi nesnesi olarak dayattığı kedi, köpek gibi hayvanlar üzerinden duyarlılık geliştiren kesimleri muhatap alarak, hayvan sömürüsüne karşı bütün duruşları bu noktaya indirgiyor. Oysaki bizler, insanların hayvanlarla ve yeryüzüyle ilişkilerindeki bütün sömürü biçimleriyle mücadele eden ve bütün hayvanları kapsayan bir politik hattı savunuyoruz. Öte yandan bu argüman, “Büyük Politika- tali politika” ayrımına dayanarak, kedi köpek gibi sokakta yaşayan hayvanları dert etmeyi de politik bir tavır olarak görmüyor. Yani örneğin Şırnak’ta öldürülen katırlar ile İstanbul’da sokakta zehirlenen ya da barınak adlı ölüm kamplarına toplanan kedi ve köpekler arasında politik olarak hiyerarşi kuruyor. Dolayısıyla bu duruş, hayvanların çeşitli biçimlerde sömürülmelerinin insan merkezcilikle ilişkisini göz ardı ediyor. Bu insan-merkezci konum, konu hakkındaki tartışmaların sunumunda bile “katledildi” ya da “öldürüldü” ifadelerinin yerine “itlaf edildi” ifadesinin kullanılmasında kendisini göstermekte.

Bu görüşün aksine, ikinci görüş ise bu olayı, bütün diğer iktidar ilişkilerinden bağımsız bir insan-merkezcilik eleştirisiyle ele alarak, devletin katliamdaki payını göz ardı ediyor. Dolayısıyla bu yaklaşımdaki problem, hayvan sömürüsünün devlet şiddetiyle, milliyetçilikle ve sömürgecilikle bağını kuramamasıdır. Oysaki olayın yaşanılışı bile bize bu ilişkiyi gösteriyor. Tanıkların anlatısına göre[4] askerler katırları, köylülerin hemen yanı başındayken, üzerlerine ve korkutmak için ayaklarının dibine rastgele ateş açarak, yani olayı erkek egemen bir av sahnesine dönüştürerek öldürdüler.  Bu av sahnesinde devlet şiddetinin muhatabı olan Kürtlerle katırlar arasındaki sömürü ilişkisinin ötesinde, devlet yaşamın ve ölümün eşiğine karar veren bir üst egemen olarak ortaya çıkıyor. Yani burada av katır olduğu kadar simgesel olarak insan haline de geliyor, bir başka deyişle insan-merkezciliğin hangi insanı merkeze aldığını tartışmak gerekiyor. Bu olay özelinde Kürtler ve aslında diğer ezilenler de devletin ve egemenlerin nezdinde, hayvanlaştırılarak[5]  sömürülecek, korkutulacak ve öldürülebilecek çıplak hayatlar haline dönüşüyorlar. Tam da bu yüzden bir fail olarak devleti gözden kaçırmak ve bu olayda devleti sorumlu tutanları yalnızca “önce tabağına bak” diyerek eleştirmek, faşizmle insan-merkezcilik arasındaki ilişkilerin ve insanlar üzerinde uygulanan şiddetinin hayvanları öldürürken de aynı yollarla işlediğinin üzerini örtmeye neden oluyor. Dahası, bizim de sahiplendiğimiz “yemek politiktir” şiarı, tam da bu biçimde kullanıldığında, hayatlarımızı ve edimlerimizi steril biçimde bireyselleştirerek politik bağlamından kopuyor.

Biz, hem insan-merkezciliğe hem de onunla temelden ilişkili olarak gördüğümüz erkek devletin şiddetine karşı çıkmanın vegan feminist bir politika için kaçınılmaz olduğunu düşünüyoruz. Ve diyoruz ki:

Köylüleri yoksullaştırarak, onların temel bir geçim kaynağı aracı olarak katırları kullanmalarını normalleştiren ve teşvik eden hayvan refahı yasa/yönetmeliklerini oluşturan kimdir? Hayvanlara yönelik çıkartılan bütün yasalar ve icraatlar, hayvanları insanlara tabi bir varlık olarak varsayıyor ve böylece insan-hayvan hiyerarşisini pekiştiriyor. Peki katledilen hayvanlar, devletin gözünde insan olarak görülmemesine ve insanlardan aşağı bir varlık olarak görülmesine rağmen, nasıl onlara insanmışçasına irade atfederek cezalandırılabildiler?

Yok, eğer öldürülen katırlar, devletin nezdinde “yasaya tabi bir yurttaş” olarak görülüyorlarsa, idam cezasının yasak olmasına rağmen nasıl öldürülebildiler? Görüyoruz ki devlet katırları hem insan-dışı varlıklar biçiminde işaretleyerek hesap vermeksizin öldürebiliyor hem de onlara irade atfederek suç isnat edip haklarında infaz kararı verebiliyor.

Bu şiddet ancak doğayı, hayvanları ve insanları katleden savaş koşullarında mümkün olmaktadır. Bizler biliyoruz ki 34 yurttaşın ve 59 katırın bombalanmasını ve ardından sekiz katırın böyle bir av sahnesinde öldürmesini mümkün kılan zemin, otuz beş yıldır ülkemizde yaşanan savaştır. Bizler vegan feministler olarak kadınların, hayvanların ve diğer madun grupların ezilmesinde, sömürülmesinde ve öldürülmesinde insan-merkezciliğin ve erkek egemenliğinin yanı sıra, bunlardan beslenen milliyetçiliği ve faşizmi sorumlu tutuyoruz. Bizler mücadelemizi, isyanımızı ve dayanışmamızı bütün bunlara karşı örgütlüyoruz.

Vegan feminist dayanışmayla








[1] Eleştireceğimiz iki tür yaklaşımın dışında, elbette başka tepkiler de oluştu. Bizim de imzacısı olduğumuz ortak bildiri için bkz: http://veganfeministler.blogspot.com.tr/2015/03/roboskideki-katr-katliam-hakknda-ortak.html
[2] Bu duruşun en çok dolaşıma giren örneklerinden birisi için bkz. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/umit_kivanc/kurdun_katiri-1321478
[3] Bu duruşun belirgin bir örneğini “Askerler sınır ticareti yapan köylüler yüzünden katırları katletti. Olan yine masumlara oldu” ifadelerini kullanan şu haberde görebiliriz: http://vehaber.org/haber/6257/askerler-katirlari-katletti.html
[4] http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/163318-roboskililer-katirlarin-nasil-vuruldugunu-anlatti?bia_source=facebook&utm_source=dlvr.it&utm_medium=facebook
[5] Burada bir insanın hayvanlaştırılması eleştirilmesini, insan-hayvan ayrımındaki kesin sınırları olumlayarak ve hayvanlaşmanın kendisini olumsuz bir şey olarak okuyarak ileri sürmüyoruz. Aksine tam da egemen paradigmanın bu ayrıma dayanarak sömürü mekanizmalarını işlettiğini vurgulamak istiyoruz.

Roboskî'deki katır katliamı hakkında ortak bildirimiz ORTAK BİLDİRİ: Roboskî'de katliam devam ediyor!

Bundan yaklaşık 3,5 yıl önce, 28 Aralık 2011 günü Roboskî’de, çoğu çocuk yaşta olan 34 insanla birlikte, savaş uçaklarının yaptığı bombardımanda 59 katır da katledilmişti. Bu katliam karşısında, tüm dünya ayağa kalkmışken insanlarla birlikte hayatını kaybeden katırlar, ne konuyla ilgili haberlerde, ne de -birkaç hayvan özgürlükçüsü oluşum dışında- hayvan hakları savunucuları tarafından anıldı. Roboskî katliamının üzerinden tam 1186 gün geçmesine rağmen, katliam emrini verenler ve bu katliamı yapanlar hakkında kayda değer hiçbir şey yapılmazken, Roboskî’de devlet eliyle yeni bir katliam daha gerçekleştiriliyor.


Bir hafta önce Roboskî’de 78 katır hakkında itlaf kararı verildiğini duyar duymaz, bu karar her ne kadar hukukî zemine oturtulmuş olsa da haklar bağlamında hiçbir gerekçesi olmayan bu katliam kararına karşı çıktık, itlaf kararının geri çekilmesi için seferber olduk. Bu infaz kararının üzerinden birkaç gün dahi geçmeden, basın aracılığıyla ve doğrudan görüşmeler yoluyla bölgedeki idarî amirlere aktarılan kamuoyu tepkisine rağmen, 24 Mart 2015’de sınırı geçmek üzere olan ve insan faydası için köleleştirilmiş 8 katır, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) askerleri tarafından vurularak katledildi. Bu katliamdan tam yirmi gün önce de Taşdelen Köyü’nde 4 katırın askerlerce vurularak katledildiğini biliyoruz.

Bölge halklarıyla birlikte hayvanlar da savaş, soykırım ve katliam politikalarından nasibini almaktadır. On yıllarca sınır bölgelerindeki mayınları temizlemeye sürülerek katledilen hayvanlar, “barış” günlerinde de sınır ticaretinde kullanılarak sömürülmektedir.

Savaşın ismi anılmayan kurbanları; hayvanlar ve doğa...

Kana bulanmış bir coğrafyada, tahakküm ilişkilerinin en altında kalan, yaşam hakkı yük ve mal taşıma işleviyle sınırlandırılmış bu hayvanlar, bölgede on yıllardır devam eden savaşın isimsiz kurbanlarıdır. Bombalanan dağlarda ve köylerde binlerce insanla birlikte, sayısını dahi bilmediğimiz yabanî-evcil hayvan ve ekolojik bir toplumsal dönüşüm ile barışın yegane unsuru olacak doğa da katledilmektedir.
  
Bu nedenle, barışın ve adaletin öncelikli hedef olduğu her türlü siyaset; katliamın, sömürünün ve tahakkümün bu isimsiz kurbanlarına da yer açmak, onların yaşam hakkını savunmak zorunda ve onları sömürmekten de vazgeçmelidir. Toplumsal şiddete, savaşa, devlet terörüne karşı örgütlenen siyasetleri, tür-ırk-etnik kimlik ayrımı yapmadan muhalefet örgütlemeye; toplumsal dönüşüm tahayyüllerinde hayvanlara yalnızca mülkiyet ilişkileri bağlamında ve ekonomik değerleri üzerinden değil, müzakereye tâbi olmayan yaşam haklarıyla birlikte yer açmaya çağırıyoruz. Tahakküm ilişkilerine karşı bütünlüklü bir muhalefet perspektifini benimsemeyen, hayvanları canlı olma vasıfları ile değil; gözden çıkarılabilir, yaşamı ikincil, ölümü “zaiyat", mal olarak tanımlayan yaklaşım, görüş ve haberleri kınıyoruz.


"Kaçakçılık" bahanesiyle katledilen canlar...

Türkiye, hem insanlar hem de hayvanlar için can güvenliğinin ortadan kalktığı bir coğrafya haline getirilmiştir. Son derece keyfî uygulamalara hukukî dayanak sunan yasal düzenlemelerle, resmî otoritelere, güvenlik güçlerine verilen sonsuz yetki, Türkiye’yi tam anlamıyla katliam diyarı hâline getirmiştir. “Kaçakçılık” bahane gösterilerek insanların, hayvanların başına bombalar yağdırılmakta, düşman hukukuyla hız verilen bu uygulamaların adına “iç güvenlik” tedbiri denmektedir. Şiddetin bizzat devlet eliyle tırmandırıldığı, katliamların giderek daha yasal, kılıfına uygun hale getirildiği, türlü zorbalığın uygulandığı Türkiye’de, ölümlerin gündelikleşmesinden, kamuoyunda da katledilenler arasında tür, etnik kimlik, ırk, sınıf ayrımcılığına dayanan hiyerarşik bir değer sıralaması yapılmasından endişe duyduğumuzu ifade ediyoruz. 
Roboskî’de askerin katlettiği 8 katır, Türkiye’de yaşama, umuda, barış ve adaletin katledilmesi demektir. Üzerlerine açılan ateş sonucunda yaralanan onlarca katır için, mevzuat nezdinde “güçten düşmüş” olarak tanımlanan hayvanlara bakmakla yükümlü olmasına rağmen ısrarla harekete geçmeyen devlet de bu vurdumduymazlığı ile asıl niyetini ortaya koymaktadır. Çok ciddi bir hayvan hakları ihlâli olan ve yaşama karşı işlenen bu katliam karşısında, devletin tüm kurumları ve birçok hayvan hakları kuruluşu da sessiz kalarak Roboskî'de hayvanlara yaşatılanları görmezden gelmeyi seçmiştir.


Canlıların üzerine hiç düşünülmeden bomba yağdırılmasını, kurşun sıkılmasını sağlayan yasaların varlığı, tüm bu yapılanların meşru ve doğru olduğunu göstermez. Yirminci yüzyılın soykırımları, katliamın yasal ve hatta neredeyse gözler önünde yapıldığının en çarpıcı örneklerini oluşturmaktadır. Gerek coğrafî gerekse sosyo-ekonomik koşullar nedeniyle Kürdistan’da, sınır ticaretinden başka hiçbir geçim kaynağı olmayan, devletin resmî politikası haline gelmiş işsizlikle, sefaletle ve savaşla, baskı altında tutulan bölge halklarından, örgütlülüklerinin, devlet terörüne karşı duruşlarının ve barış taleplerinin intikamı alınmaktadır. Devletin, şiddetin bir gün bile durmasına izin vermediği coğrafyada, toplumsal barışı talep eden bölge halklarının canına devlet tarafından kastedilmekte, katledilen insanlara "kan parası" gibi bedeller biçilmekte, katliamların sorumluları ödüllendirilerek halklar adeta çıldırtılmaktadır.

Tüm bu katliamlar yetmezmiş gibi, Roboskî katliamının aydınlatılması için hak mücadelesi veren aktivistler, katliamda akrabalarını, yakınlarını kaybeden aileler, adlî soruşturmalarla, keyfî gözaltılarla sindirilmek istenmektedir. Büyük acılara sebep olan katliamdan beri, Roboskî asker ablukası altında tutulmakta, gündelik yaşam sekteye uğratılmaktadır.


Katliamları unutmadık, unutmayacağız

Devletin ana akım medya başta olmak üzere tüm propaganda araçlarıyla hafızasızlaştırdığı, iktidarın kendi suretinde yarattığı bu katliamları, kanıksamış toplum imgesinin aksine, bizler unutmuyoruz. Roboskî katliamını, dönemin İçişleri Bakanı’nca “hata” olarak tanımlanan ve altı aylık Solin bebeğin pek çok kardeşi, komşusuyla birlikte öldürüldüğü Ranya katliamını; Türkiye’nin sebep olduğu diğer katliamları da unutmadık, unutmayacağız. İnsanlara, hayvanlara bomba yağdırılırken operasyonları yönetenler hâlâ görev başında, yetki sahibi ve iktidarda olduğu sürece barış ve adaletin mümkün olmadığını biliyoruz.

Canlılara bomba yağdıran, kurşun sıkan, cenazelere dahi saldıran, demokratikleşme hamleleri adı altında kamuoyu gündemini meşgul ederken her türlü hukuksuzluğu meşru kılan, kan üzerinden siyaset yapan iktidar düzenine karşı, Roboskîli katırların ve insanların yanında olduğumuzu bir kez daha belirtiyoruz. Orada hiç olmamaları ve özgürce, var oluştan gelen hakları ile yaşamaları gerekirken, sınır ticaretinde, silahların, bombaların, mayınların gölgesinde insanlarca sömürülen katırların katledilmesinde devleti, AKP hükûmetini ve TSK'yi sorumlu tuttuğumuzu belirtmek istiyoruz.

Adaletin, barışın, eşitliğin, özgürlüğün yeşermediği yerde, iç güvenlik, terörle mücadele, sınır yönetimi adı verilen faşizan uygulamalar yasallaşırken kanunun dışına itilen halkların, hayvanların, ormanın, en masum ve savunmasızların kanının durmayacağını bir kez daha hatırlatıyoruz.


İnsan-hayvan demeden yaşama karşı suç işleyen, halklar arasında nefreti körükleyen devlet politikalarına, katliamlara karşı hak ve özgürlüklere duyarlı tüm kesimleri dayanışmayı büyütmeye; katliamları, sınırları değil, tür-ırk-etnik ve dinî kimlik ayrımı yapmadan yaşamı savunmaya çağırıyoruz.

İMZACILAR*:

Bağzı Üniversiteliler
Boğaziçi Üniversitesi Hayvan Hakları Topluluğu
Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST)
Derin Ekoloji Derneği
Dört Ayaklı Şehir
Dünya Yalnız Bizim Değil Platformu (DYBD)
Engelli Hayvanları Koruma ve Hayvan Hakları Derneği
"Faytona Binme Atlar Ölüyor" Platformu
Halkların Köprüsü Derneği
Kocaeli Vegan&Vejetaryen Hareket
Mürekkep Haber
Ortak Hafıza Girişimi
Pangea Ekoloji
Patika Kitap Yayınevi
Sesonline.net İnternet Gazetesi
Vegan Feministler
Yeryüzüne Özgürlük Derneği
Yunuslara Özgürlük Platformu

* Metin imzaya açıktır. İmza vermek isteyen kuruluş ve oluşumlar derinekoloji@gmail.com, dortayaklisehir@gmail.com ya da  yeryuzuneozgurluk@gmail.com adresine yazabilirler.